İki aydır Roma’dayız. Tüm turistik yerleri
bitirdik sayılır detayına kadar. Birkaç dış mahallesini de öğrendik. Artık
yerlisi sayılırız. Bundan sonrası rutin hayat. Havalar da soğudu, yağmurlar
başladı. Burada öyle AVM kültürü de yok ki kapalı mekana gidesin, çocuk
dolansın, sen iki kahve iç, vakit geçir... Hal böyleyken beş gün boşluk bize
fazla geldi tabii. İkinci günün sonunda durmayalım buralarda diye kurtlandık.
Gece tren biletini aldık, oteli ayarladık, sabah ver elini Floransa… Hava
durumuna en uygun şehir Floransaydı çünkü. En azından sadece bir gün yağışlı, o
gün de müze gezeriz dedik çıktık yola. Sabah anca toparlanıp kapıdan çıktık.

İki şehir arası, Ankara-Bolu yolunun sonları gibi. Ya da Eskişehir-Bursa... Yeşillik oldukça çok, ara sıra düzenli yerleşmiş kasabalar var. Gerçi ben daha yeşil ve daha fazla kasaba hayali içindeydim ama bu da yetti. Zaten yolun önemli bir kısmı dağların altından tüneller içinden gidiyor. Uçakta basınç farkını hissetmeyen ben, kulaklarım patlayacak sandım bu tüneller içindeyken.
Yola çıkarken Roma’da hava gayet
yumuşaktı ama indiğimizde Floransa buz gibiydi. Taa döndükten sonra bir blogda “buraya
Aralıkta gelmeyin” diyordu J Gerçi bu mevsimde gelmenin bize yararı müzelerde 10 dakikadan fazla sıra beklememek oldu.
Çocuksuz olsak bu mevsim daha bile iyi olabilir. Şehir tam anlamıyla turistik,
kompakt, küçük, şirin, her köşesinden sanat fışkıran bir şehir. Roma ne kadar
antikse, Floransa da o kadar Rönesans. Roma’da mimari inanılmaz, burda resim
heykel. Roma’da günlük yaşam daha gelişkin; Floransa tamamen turistik. Günlük
hayatta lazım olan şeyleri bulmak daha zor, marketmiş, nalburmuş, perdeciymiş
çok az. Varsa yoksa deri ürünler satan dükkanlar, pazarlar ve kuyumcular.
Dericiler Roma’da da var ama asıl yeri burası. Deri ceketler, deri cüzdanlar;
hepsi de «İtalya üretimi» imzasını taşıyor. Zamanım olsa kesinlikle bir çanta
almadan dönmezdim Floransa’dan.
Biz pazar gününü, şehri adım adım yürüyerek genel bir keşfe
ayırdık denebilir. Önce şehrin ana meydanı sayılabilecek Piazza del Duomo’ya gittik. Burası Floransa’nın kalbi gibi. Meydan
1600 yıldır Floransa’nın dini yaşamının merkezi konumundaymış. Üçü UNESCO Dünya
Mirası binası olan 10 önemli yapı var meydanda. En göz alıcıları, the Cathedral
of Santa Maria del Fiore, nam-ı diğer Duomo, Giotto’nun çan kulesi ve
vaftizhane. Aralık ayında bile meydan tıklım tıklım doluydu. O saate yapacak bir
şey olmadığı için kulelere falan tırmanamadık tabii. Kendimizce plan yaptık, pazartesi
yağışlı, müzeleri gezeriz; salı da biletimiz akşama, kuleye çıkarız dedik.(evdeki hesap çarşıya uymadı tabii)
Meydanda binaların etrafında yemek yenilecek yerler var. Okuduklarımdan ve birkaç Roma deneyiminden biliyorum ki, turistik yerlerde oturmamak gerek. Berbat bir yemekle kazığı birlikte yiyorsunuz çünkü. Ama zamanımız dar ve küçük çocukla geziyor olduğumuzdan menüsünde kızarmış patates olan bir taneyi gözümüze kestirip mecbur oturduk. Ben Foursquare resimlerinde görüp de denemeyi kafama koyduğum deniz ürünlü spagetti ısmarladım, Serkan riske girmedi tabii pizza söyledi, çocuğa da patates... İdare eder bir yemeğe yine 60 euro’cuk bayılıp kalktık.
Bu arada ilk kez Magnum’cu gördüm J Evet Magnumcu! Magnum Floransa… Bayağı kocaman büyük süslü bir Magnum butiği. Meydana çıkan sokaklardaki Prada, Gucci, Armani vs gibi dükkanların zenginliği, Magnum dükkanında da aynen göze çarpıyor. Sanki içerdekiler dondurma değil de, çok çok pahalı mücevherlermiş gibi bir algıya kapılıyor insan vitrinlerine bakıncaJ
İkinci durağımız yürüyerek Signoria Meydanı oldu. Kocaman bir meydan... Bir yanda belediye
binası olan Palazzo Vecchio. Önünde Herkül ve kopya Davud heykeli ve başkaca
büyük güzel yapıtlar var. Hannibal Lecter’ın dedektifi sallandırdığı saray diye
de biliniyor J Girişi bile süperdi ama biz yol sersemi olduğumuzdan, hava
kararmış ve üşümüş olduğumuzdan içeri girmedik yine ertesi güne bıraktık girmeyi.
Binanın hemen yanında Loggia dei Lanzi, Rönesans heykellerinin sergilendiği bir
açık hava müzesi var, üstelik bakması bedava. Bol bol baktık J



Meydanı yürüyerek az daha devam edince zaten sizi doğrudan
ünlü köprüye çıkarıyor: Ponte Vecchio.
İki yanı kuyumcularla dolu Ponte Vecchio, soylular arası düşmanlıklardan yıkıcı
sellere kadar her şeyi görmüş. Bir zamanlar satıcıların et sattığı bir
pazarken, Arno nehrini saran çiğ et kokusu Medici düklerini rahatsız ettiğinden
hepsi kaldırılıp yerlerine kuyumcular açılmış. Zamanında, Mediciler tarafından Arno
nehrinin iki ayrı tarafında bulunan iki saraydan (biri palazzo vecchio, diğeri palazzo
pitti) diğerine halka gözükmeden gidebilmek için yapılmış olan Vasari Koridoru bu köprüye bağlanıyor.
Turistler için biçilmiş kaftan bu köprü. Gecesi belki de gündüzünden daha bile
güzel. Cumhuriyet meydanından köprünün diğer ucuna kadar yürürken, gece sanki
bir panayırda gibi hissediyorsunuz kendinizi.


Ertesi gün, sabah müzeleri gezmek üzere yola çıktık. İlk iş Davut
heykelinin sergilendiği Academia Galerisine gittik yakın olduğundan. Ama kapı
duvar olduğunu görünce biraz dumur olduk. Turistik yerde pazartesi müze kapalı
olacağı hiç aklımıza gelmemişti ama kış olduğundan böyleymiş. Yoksa yazları
geceleri dahi açık oluyormuş bunlar. Kös kös geri dönüp, Duomo meydanına geri
çıkıp hafif çiseleyen yağmur altında ne yapacağımızı düşündük. Serkan Duomo’ya
tırmanıp şehri görmeyi aklına koymuştu bir kere J Menisküsten önce olsa asla
kaçırmazdım ama 463 basamağı (Serkanın düzeltmesi: 463 diye sayan yarısında
saymayı bırakmış J) inip çıkmayı gözüm yemedi açıkçası. Okuduklarımdan
merdivenlerin çok zorlu olduğunu, en cesurunu bile zorladığını, inişininse baş
döndürdüğünü biliyordum. Süper baba, Cemre Nazı da aldı kucağına, tam 1,5 saatte çıkıp indi
katedralin tepesine. İndiklerinde yorgunluktan ayakları titriyordu.
Ben de bu arada meydanda oturup yağmur altında dona dona dondurma yedim, turist güruhuyla birlikte katedralin önündeki film çekimini ve bir gelinin fotoğraf çekimini izledim; bir de bir Türk turist kafilesinin arasına çaktırmadan karışarak bilgi tazeledim :) (Gerçi hayatımda gördüğüm en kötü turist rehberiydi)

Sıra yemek yemeğe gelince bu sefer riske atmadım. Baktık çocuk aç kalıyor bu memlekette, Floransa’daki iki Türk restorandan yakındakine gittik. Normalde yabancı memlekette gitmem ben Türk restorana, bilenler bilir. Ama çocuk ve kazık yemek söz konusu olunca gidip pilavımızı, lahana sarmamızı, böreğimizi, dönerimizi yedik bir güzel 20 Euro’ya. Türkiye’de olsa asla kebapçı olacağına inanmayacağınız Nevşehirli bir arkadaş işletiyor mekanı. Herkes baştan öderken hesabı, biz yedik içtik, kalkarken ödedik Türk kotenjanından J
Yağmur henüz hızlanmamış ve hava da kararmamışken bari dün gece gördüklerimizi yeniden dolanalım deyip tekrar baştan aldık aynı yerleri.


Basilica’dan sonra, yağmur hala çiselese de biz tepeye gitmeye niyetlenmiştik bir kere. Serkan o yorgunlukla Cemre Naz kucakta bir de tepeyi tırmandı. Tam tepeye çıkarken yağmur sağanağa dönüştü. Biz bir yandan ıslanır bi yandan tırmanır vardık en sonunda. Tepe de tepe hani. Çocuk olmasa her türlü katlanılır yağmura. Şehri tüm haşmetiyle yukarıdan görüyor. Bir yanda nehir ve tarihi eserler, kırmızı çatılarıyla Floransa evleri, diğer tarafta sonsuz Toscana bahçeleri, şarap yapılan köyler, dağlar, alabildiğine yeşil. Tabii biz bu yeşili, kapkara bulutlar ve yağmur altında gri olarak görebildik J O kadar soğuktu ve Cemre Naz o kadar çok hapşırdı ki, alelacele ne gördüysek razı olup taksiye bindik ve otele döndük. Cemre Naz o kadar sefil olmuş ki garibim uyuya kaldı beş dakikalık yolda.
Otele geldik yatağa yatırdık. Saat daha 5 civarı. Gitti gün
diye boşa diye üzüldük tabii. Tek tek yemeğe gidelim bari diye düşünmeye başlamışken,
uyanıverdi Allahtan Cemre Naz. Biz de böylece ilk kez adam gibi bir İtalyan
restoranında yemek yeme fırsatı bulduk.


Bizde hani şöyle tam pişmiş olur ama yaprakları hafifçe bellidir. Bu tamamen bir lapaydı. Üstelik tane karabiberleri bütün bütün çiğnemekten yemeği bitiremedim. Epey bir ağzım yandı J Tramisu çok iyiydi ama. Roma’nın ünlüsü Pompi’de yediğimiz tramisudan da daha iyiydi. Burda yemekleri giriş, birincil, ikincil diye sınıflandırıyorlar İtalyanlar. Geceye kadar yiyorlar, masadan kalkmadan. İşin garip yanı, birinciller bizde ana yemek olur. Serkan da ille ben de öyle yapacağım gelmişken diyerek hevesle önce lazanyasını bitirdi. Sonra da Floransa stili T-Bone steak yemeye niyetlendi. Ama etin en az 1 kg olarak pişirildiğini duyunca, ben de eşlik etmeyince hevesi kursağında kaldı. Yeri gelmişken; Napoli’de pizza, Floransa’da et, Roma’da dondurma yemeliymiş… Biz Floransa’da eti deneyemeden bitirdik geceyi ne yazık ki…
Son gün trenimiz akşama doğruydu ve hava da açıktı ama bize görmek istediğimiz müzeler için sadece o gün kaldı. Davut’un kopyasını gördük bari Venüs’ü görelim diye Uffizi Galerisi’ne niyetlendik önce. Galeri’de Michelangelo, Raffaelo, Boticelli, Leonardo Da Vinci ve birçok ünlü ressamın eserleri sergileniyor. Vasati koridoru, ve Vecchio köprüsünün en güzel fotoğrafını da yine burdan çekebilirsiniz. Floransa’nın neredeyse sahibi denecek Medici ailesi bu mekanı bir ofis olarak ve saraylarından taşan sanat eserlerini koydukları bir depo olarak yaptırmışlar. Bizimse, 3 yaşında çocukla sanat galerisinin gezilemeyeceğini anlamamıza yarayan müze olarak kaldı akıllarımızda.
Galeri’den çıktıktan sonra yine Forusquare ve
Ekşi Sözlük’ün önerdiği pizzacıya gitmek için nehrin karşısına gitmeye karar
verdik. Ünlü Vasari Koridoru’ndan gerçerken nehir kenarında durmuş fotoğraf
çektiren insan yığınının arasına karıştık biz de fotoğraf çekmek için. Çinli bir grubun arkasında sıra beklerken birden nasıl olduysa oldu, bir de bakmışız ki grupla fazlasıyla kaynaşıvermişiz. Cemre Naz kucaktan kucağa, bir biri alıyor kucağına fotoğraf çektiriyor, bir diğeri... En sonunda hep beraber çektirdik fotoğraf... Yüzümdeki kulaklarıma kadar yayılmış sırıtışla, ceplerimde Cemre Naz'a verdikleri 7-8 şekerlemeyle bir yarım saat sonra ayrılabildik köprünün önünden.

Karşıya geçip Pizza Gusto’yu bulduk sonunda.
Tipik İtalyan pizzacısı, tıkış tıkış sıra bekleyerek alınan bir dükkan. Ne
yazık ki, Foursquare bizi yine hayal kırıklığına uğrattı. Sanırım bizim pizza
anlayışımız bunlarınkiyle uyuşmuyor. Bizde peynir tam eriyecek, her yerine eşit
dağılacak, her şeyin tadı ağıza ayrı ayrı gelecek ve bol malzeme olacak. En
ağzından benim için öyle. Salçalı ekmeğe peyniri kalıp halinde koymuşsun da,
fırına vermişsin gibi. Salça tadından başka bir şey alamadık ikimiz de. Yine de karnımız doydu.
Dönüşte de Piti Sarayını dışardan da
olsa görme fırsatını bulduk. Son bir kez daha Arno'nun resimlerini çekip, Noel
için yavaş yavaş süslenmeye başlamış vitrinleriyle şirin küçük dükkanların,
kuyumcuların arasından geçtik, Floransa'lı Pinokyo'yla fotoğraf çektidik ve
kestanemizi yiye yiye yola koyulduk.
Yavaş yavaş tren saatimiz yaklaştığından son bir saati Cemre Naz’a yemek yedirmekle geçirdik. Çok yakında Floransanın iki kebapçısından diğeri vardı. Soluğu burada aldık. Bunun da sahibi Kayserili çok sıcak kanlı bir arkadaştı. Muhabbet sohbet, Cemre Naz’a pilav, cacık derken vakit çabucak geçti. Biz iki telaşeci, aman geç kalmayalım diye koşa koşa otele bıraktığımız bavulları alıp, trene bir saate yakın erken gittik ama istasyonda soğuktan korunmak için kitapçıya girip zamanı şaşırınca trene koşarak son dakikada ancak yetiştik. Tren aynı geldiğimiz zamanki gibi bomboştu. Biz üç gezgin, oyuncaklar, boyama kalemleri, montlar, koltuklara yayıla yayıla, yorgunluktan sefil olmuş şekilde, birkaç güzel anımızı da yanımıza alıp döndük Roma’ya.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder